18.2.13
duyar mı ki, anlar mı sorunca.
İnsan hayat boyu onaylanmayacağını bilerek yaşayabilir mi?
Ben 2 aydır deniyorum. Her gün ölüyorum, tamam her gün olmasa bile o günün rüyalarında ölüyorum. Beni öldürdüğünü görüyorum rüyamda anne. Babamın kardeşimi öldürdüğünü. Hep bir huzursuzluk. Anlamsızca mutlu olabiliyorum. Anlamsızca üzülebildiğim gibi. Kalbimle yaşamak çok zor anne. Kalbim, benim yaşlı ve büyük kalbim, beni çok yoruyor.
Almanya'daki stajımın bir haftalık hastane kısmında, edinebildiğim tek arkadaşım Angela adındaki 45 yaşında bir kadındı. Sonradan tıp okumaya başlamış. Ben yaşlarında bir oğlu varmış. İntörn. Şef yaşında bir intörn. Ama oradaki pek çok nöroloji asistanından ya da uzmanından daha özel bir insandı Angela bence. Çünkü herkesin “hasta” gözüyle baktığı kişilere, o “insan” gözüyle bakıyordu. Bir hafta boyunca herkes çevremde Almanca konuştu. Ama bu kadın ama vizitlerde hocanın söylediklerini, dili döndükçe İngilizce'ye çevirdi. Böyle bir yükümlülüğü yoktu üstelik. Bunu kendisi istiyordu. Vizit bitince herkesin koşarak terk ettiği yaşlı ve ajite haldeki hastalarında odalarında kalmaya devam ediyor. O yaşlının elini tutuyor. Onu ikna etmeye çalışıyor. Ona hastanede bir süre daha yatmasının dünyanın sonu olmadığını anlatıyor. Oysa yaşlı hasta evine gidip, torunlarını görmek istiyor. Ama buna hazır değil sağlığı. Bu yüzden ona diyor ki “Kendini hızlıca toparlamaya bak, hiç surat asma” diyor. Ağlayan yaşlıların elini tutuyor. Veya henüz 22 yaşındaki, sol tarafındaki ani felçle gelen kızın suratına hiçbir doktor bakamazken, o elini tutuyor ve kıza “Ben senin korkularını anlıyorum. Ama şu an araştırıyoruz, elimizden gelenin en iyisini yapacağız” diyor. Doktorlar kızın suratına bakamıyorlar, çünkü kızın gidişatı parlak değil. Kız korkuyor. Çünkü benden sadece 2 yaş büyük. Ben utanıyorum onun odasına girmeye, çünkü o kızdan daha sağlıklıyım.
Bu arada Angela hastalarla konuşurken, Almanca konuşuyor tabi ki ama sorun değil. İnsanlığı, merhameti, sevgiyi, yardım etmeyi anlamak için o dili bilmek gerekmiyor. Tek bir kelimesini anlamadığım o Almanca diyaloglardan ziyade, Angela ve hastaların surat ifadelerine bakıyorum ve işte o an, konuşulan dil kulağıma Türkçe geliyor. Çünkü tüm dillerde, tüm ırklarda kalbin büyükse, insanlara yardım ediyorsan, aynıdır. Bunun başka anlamı yoktur.
Hastaneden ayrılacağım gün Angela'ya onu tanıdığım için sevindiğimi söylüyorum. Tam bu esnada gözlerim doluyor, çünkü ben bu kadını çok özleyeceğim. “Senin gibi bir insan doktor olacağı için çok mutluyum” diyorum ağlamamaya çalışarak. O da “Sen de çok iyi bir doktor olacaksın. Almanya'da iyi vakit geçir, iyi eğlenceler” diyor. Sarılıyorum vedalaşmak babında. Ben o kadını hayatım boyunca unutmayacağım.
O gün hastane çıkışı, kendime şaştım. Koca bir haftada arkadaş ola ola bu kadınla arkadaş olmuştum. Kendimi tutamayıp ağlamıştım hatta ayrılırken. Ben ne ara bu kadar yaşlanmıştım, ne ara bu kadar yaşlandın kalbim, dedim durdum.
Ben istiyorum, senin öyle kolların olsun ki, beni her zaman sarsın, bana hep sarılsın, ama gitmek istediğimde, “gidememek” fobim geldiğinde de uzaklaşmama izin verecek kadar uzun olsun. Sarılmayı bir an bile bırakmasın, ama nereye gidersem gelebilir olsun. Uzun olsun. Bana alan versin. Çünkü benim kalbim o kadar büyük. Nereye gidersem gideyim, ne yaparsam yapayım, ne dersem diyeyim, sen ne yaparsan yap, ne söylersen söyle, seni sevmeye devam edecek. Bu yüzden, kalbim büyük. Kocaman. Ve yaşlı. Yorgun.
Subscribe to:
Post Comments (Atom)
No comments:
Post a Comment